27 Eylül 2013 Cuma

grande…

feldkampı bilir misin sen adanalı adam ?
bülent korkmaz adını duydun mu hiç?
mesela skibbe… michael yani…
“skibbe bırakmıştı” hani…
o “siktirin gidin ruhsuz ibneler” bestesinin zirve yaptığı gün vardı bi de…
kocaeli’den 5 yemiştik…
fener aragones dedesiyle 4 tane koymuştu…
rijkaard vardı bir de…
şampiyonlar ligi hedefiyle gelmiş anasını bellemişti takımın…
hagi vardı, efsane diye geldi…
küme düşmeyelim diye Fener Buca’ya koysun duaları etmeye başlamıştık…

sonra sen geldin be adanalı adam…
öyle gelmiş italyadan ama köylü işte…
karataş kırosu…
aklımızı aldın, kalbimizi çaldın…
dedik takımı ihya etti, hakemlere saldırıyor…
oh be dedik rahatladık…
ama o gün yok mu o gün…
attın imzayı milli takıma…
yanlış anlama, herkes kabul ederdi görevi…
ama tüpçü tuzak kurmuştu be adam…
nasıl gülüyordu tüpçü…
işte o gün dedik işte “aha boku yedik” diye…
bazen “eleman” oldun, bazen kapris yaptın…
ama neden telefonlara çıkmadın be adanalı adam…
hayat bazen acımasız be…
olmadı işte… cevapsız çağrılar… köylü kaprisleri filan…
olmadı be adanalı adam
sen skibbe’yi bilir misin grande? feldkamp’ı…
cevat güler’i…
bülent korkmaz’ı…
hah iyi ezberle isimleri…
senin yerin artık onların yanı…
sana sorarlarsa en çok kadıköy’de altı yediğin maçı söyle…
ama bizim için realden de fenerden de önemlisin…
sarının yanındaki cırtlak kırmızısın…
fatih kadar köylü terim kadar kırosun…
artık nereye gidersen git grande…
bundan sonra hep ayın elemanısın…
ah be adanalı adam, olmadı….


12 Ağustos 2013 Pazartesi

Nereye Gidiyoruz ?



Uzun zamandır uğramıyoruz buralara. Malum mikro blog twitter çıktı çıkalı buralara rağbet kalmadı. Lakin Fenerbahçe'nin içinde bulunduğu durumu 140 karakter sınırıyla dillendirmenin zor olduğu bir dönem.

Fenerbahçe, geçen senenin devre arasında Belhanda'nın da alınamamasının etkisiyle kanatsız diye niteleyebileceğimiz 4-3-3'e geçiş yaptı. Sow'un sola, Kuyt'ın sağa yakın yer aldığı bu yapıda bu ikisinden de kanat oyuncusu diye söz etmek mümkün değildi. Keza; dönerek, dönüşerek oynayan bu üçlünün çoğunlukla bireysel yeteneklerinin de getirdikleriyle bu dönemde nispeten verimli olduğunu gördük. Ancak o dönemde çoğunlukla haddinden fazla sabırla rakibi kabullenerek oynayan Fenerbahçe'de bu yapı tıkandığında ya da ceza/sakatlık ile eksik kaldığında yaratıcı ayak eksikliğinin ortaya çıktığına sıklıkla rastlamıştık. Fenerbahçe taraftarının çoğunlukla hakkını teslim etmekten geri durduğu camianın dik duruşunun adeta simgesi olmuş Aykut Kocaman'ın bu Fenerbahçesi UEFA'da finalin kapısından dönerken, kendisine yakışmayan bir lig performansıyla 61 puanda kalmış; lakin 60 golü görememişti.

Aykut Kocaman'ın sancılı ayrılığından sonra Ersun Yanal'ın gelişi hepimizde geçen üç yılın aksine daha hücumcu, önde basan bir Fenerbahçe vaat ediyordu. Burada "hani hücum futbolu hoca" ahkamı kesecek değilim, henüz çok erken olduğunun farkındayım; lakin bu yönde bir kıpırtı görmediğim gibi ne sabır ne de zaman var. Çünkü kabul edelim ki Fenerbahçe, öyle ya da böyle Galatasaray'ın gerisinde kaldı. Son iki senede Galatasaray'ın kupa yarışında erken havlu atmasını düşünerek, iki takımın karşılıklı mücadele ettiği dört yarışmada da Fenerbahçe ikinci oldu. Bu dönemdeki son 8 derbinin sadece ikisini Fenerbahçe kazandı -ki bunların birinde Galatasaray 6-0'ı tarihten silebilirdi, diğerindeyse lig yarışı bitmişti. Üstelik Galatasaray UEFA Kupası'nı aldığı dönemin aksine doğru ve vizyonlu bir yönetim anlayışının kontrolünde olduğundan açılan bu makası kapatmak için kilit bir senedeyiz. Bu yüzden sabır beklemenin, Arsenal maçları ve lig arefesinde de zaman istemenin maalesef zamanı değil.

Ersun Yanal, sancılı bir dönemde geldi. Yargıtay aşaması, UEFA süreci, üstelik büyük bir kulübe yakışmayacak şekilde hocanın bir ay kadar "ya daha iyisini bulursak" mantığıyla(!) bekletilmesi, üstüne de sadece 1 yıllık sözleşme Ersun Yanal'ın en büyük deneyimi için gereken güveni sağlamaktan uzaktı. Ersun Yanal dendiğinde futbol izleyicisinin algısı bol pres, hücum futboluyla "yediğinden fazlasını atar nasıl olsa" biçiminde. Bu da hepimizde hemen olamayacağını bilsek de uzun vadede göreceğimiz bir anlayışın emarelerini görme isteği uyandırdı. 

Bolu ve Lankaran gibi düşük kaliteli takımlara karşı alınan aldatıcı sonuçların ardından PSV ile oynanan maçta tribünlerdeki hoşnutsuzluk bir hazırlık maçının ötesindeydi. Salzburg ilk maçında ilk şutun 50'li dakikalarda gelmesi, verilen pozisyonlar; ikinci maçta skor avantajını yakaladıktan sonra verilen sayısız pozisyon Galatasaray "acaba" sorusunu beraberinde getirdi. Dün de taraftarın bu kadar önemsediği bir maçta ilk 10-15 dakikadan sonra oyundan düşme, golü yiyene kadarki sahada yokların oynanması taraftar için heves kırıcı oldu.

Evet; önemli eksikler vardı, sezon başı olduğu için takım hazır değildi, kırmızı kart dengelerimizi bozdu. Bunlar "bahane" olmanın ötesinde gerekçeler. Ancak göz ardı edilemeyecek olumsuzluklar söz konusuydu dün. Yukarıda sözünü ettiğim 4 maçta da görüldü ki;


  • Fenerbahçe'nin hücum planı yok, organize tek bir hücum izlemedik dün. Bu 4 maçta da Webo'ya şişirilen ve onun indirmesi umulan toplardan ibaret hücumlar izledik.
  • Fenerbahçe'nin orta sahası Aykut Kocaman deyimiyle "şeffaf", çok çabuk düşüyor, çok çabuk geçiliyor.
  • Yaratıcı oyuncunun olmadığını ya hoca ya yönetim fark etmiş olacak ki Belhanda gibi birine talip olmuştu. Onu alamadın, peki yerine kimi aldın? Teşhisi de koydun, çözümü de. İlaca ulaşamadın, bu durumda hastalık geçmiş mi oluyor ? 
  • Aykut Kocaman'ın en büyük kusuru oyuna müdahaleydi; Ersun Hoca şu aşamada bu konuda daha da ağır. Bir kırmızı karta reaksiyon için bu kadar beklenmesi gerçekten ilginç.
Bu soruları özelleştirmek, sayılarını artırmak mümkün. Ben daha bütünsel olanlarından bazılarını sıraladım sadece. Fenerbahçe için yönetim eleştirilerini burada yazmayı bırakalı çok oldu, aynı şeyleri tekrar etmekten bıktım. Ama ben Ersun Hocam'dan umutluyum. Hatalarını düzeltebilecek yapıya da bilgiye de vizyona da sahip kendisi. Yanlışta ısrar etmek Aykut Kocaman'a da Fenerbahçe'ye de çok zarar verdi, Ersun Yanal'ın yapmaması lazım. 

Ben yukarıdaki manzarayı izlemekten bıktım, usandım...

Tren kaçtı, kaçıyor. Ne vakit var ne sabır...





2 Mayıs 2013 Perşembe

Gidiyoruz Amsterdam'a


Ben 24 yaşındayım. 
Tipik bir futbol taraftarının "büyük" cümleler kurabilmesi için çok küçük bir yaş, iddialı sözler için fazla genç. 
Lakin, son birkaç yıla bu denli büyük sevinç ve hüzünler sığdırabilmiş bir kulübün taraftarıyım, Fenerbahçeliyim.
Belki de kısa sayılabilecek bu geçmişte kulübün en büyük acılarını hissettim:
2006 Denizli, 2010 Kadıköy,
ve o günden beri hiçbirimizin hayatının eskisi gibi olmadığı malum 3 Temmuz...

'İlahi adalet' argümanı üzerinden gidecek değilim, keza onun yeşil sahalarda işlemediğini anlayalı çok oldu.
Fakat yeryüzünde her şeyin bir hikayesi var bence.
Ama bir hikaye mutlaka var, maç maç, sezon sezon; ama mutlaka.


2003-04 şampiyonluğunda mesela; yeni yapılanma, gençler, başlarında Hollandalı bir ağabey, 8 puan geriden gelip üç yıl sonra destansı bir şampiyonluk...
2007-08 mesela; kimsenin şans vermediği bir kadro, inancın nispeten az olduğu bir hoca, Kadıköy'den eli boş dönen Inter, Chelsea, Sevilla...
2010-11 TT Arena'da ilk derbi mesela; kötü futbol, kovalayarak gönderdiğin adamdan yenen gol, ardından Alex'in şapkadan çıkardığı tavşan. Maçın hikayesi Kazım'ı devre arası göndermenle başlıyor belki de...

Bu kez hikaye çok başka...
Mönchengladbach deplasmanında kimsenin umudu yokken gelen 4 golle,
Grup favorisi Marsilya deplasmanda yenerek,
Plzen kalecisinin uzatmalarda kalemize topu dürtememesiyle,
Lazio'yu sahadan silerek,
38 maçtır yenilmeyeni ezerek
yazılan bir hikaye bu...

Fenerbahçeli için artık hikayelerin değil, romanın mutlu sonla bitme zamanı...
Hiç hak etmedikleri bunca acıya katlanmış bir topluluk için artık sevinme zamanı...
Sokakları sarı lacivert şarkılarla inletme zamanı...
"Bu dünyayı yakarız" sözlerini gerçeğe dönüştürürcesine meşalelerin yanma zamanı...
Avrupa Şampiyonu apoletinin verdiği gururla sokaklarda çubukluyla dolaşma zamanı...

Haydi çocuklar, Amsterdam'a Gidiyoruz !